MISIR SÜRGÜNÜ

MISIR SÜRGÜNÜ

1.Epizot

Birkaç aydır peşini bırakmayan hafiyeler (istihbaratçı) Milli Şairi sıkı takibe almışlardı. Herhangi bir suçu kabahati olmadığı halde takip edilmesi onu çok rahatsız etmekteydi. Kendi kendine “Arkamda ne diye hafiye gezdiriyorlar ki!” diye düşünüyor ve bu duruma çok içerliyordu. Bu konuyu dostlarına da dile getirmişti. Bir keresinde dostlarından Şefik Bey’e “Ben, vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum. Hafiyeler peşimden ayrılmıyor.” diye dert yanmıştı.

Oysaki Dünya savaşı sırasında Teşkilat-ı Mahsusa adına çalışmalar dahi yapmıştı. Bunun için ilk olarak Almanya’ya gitmiş ve oradaki Müslüman esirlerle ilgili çalışmalar yapmıştı. Benzer bir görevi de Arabistan’da icra etmişti. İsyancı Şerif Hüseyin’e karşı, devlete bağlı aşiretlerin desteğinin devam etmesi için yoğun çalışmalar yapmıştı. Gelinen noktada Milli Mücadele’ye her türlü desteği sağlayan birisi olarak kendisine reva görülen durumdan nasıl rahatsız olmasın ki!

Yıllarca memurluk yapmıştı. Ülkenin birçok yerinde veteriner hekim olarak, uzun yıllar boyunca, büyük fedakârlıklarla çalışmıştı. Milli mücadele başlayınca işi gücü bırakıp ülkeye yönelik girişilen hayâsız akını durdurmak amacıyla Anadolu’da şehir şehir geziyordu. Her gittiği yerde Milli Mücadele’ye destek toplamak için konuşmalar yapıyordu.  Anadolu’da İstiklal Şairine yönelik teveccüh oldukça yüksekti. Bin bir türlü, nice zor koşullar altında çalışmalar yürütmüştü. Peşindeki kirli yüzlü adamları gördükçe, bu yaşadıkları karşısında kahroluyor ve bütün bunları hak etmediğini düşünüyordu.

Düşman denize döküldükten sonra Ankara’da yeni kurulan Millet Meclisi’nde Burdur milletvekili olmuştu. Ülkenin milli marşı için bir yarışma düzenlenmişti. Ancak kendisi yarışmaya katılmamıştı. Kalemi kuvvetli bir şair olduğundan arkadaşlarının ısrarı ile milli marşı yazması istenmişti. Yarışmada büyük ödül vardı. Ödülü almamak ve onun hayır olarak bağışlanması kaydıyla yarışma için şiir yazmayı kabul etmişti. Şiir çok beğenilmiş ve birinci seçilmişti. Hal böyle iken peşindeki uğursuzlar gözüne iliştikçe, ülke ve millet için yaptıkları aklına geliyor ve daha da mahzunlaşıyordu.

İstememişti,  yarışmada verilecek olan büyük ödülü. Hâlbuki alsaydı kendisine ve ailesine büyük katkı olacaktı. İkinci mecliste kendisine yer verilmemişti. Bunun üstüne Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a dönmüştü. O kadar yıl çalışmıştı devlet memurluğu yapmıştı. Hak ettiği emekliliği de kendisine verilmemişti. Elde avuçta ne varsa tüketmişti. Yokluk içinde kıvranıyordu. Soğuk kış günlerinde sırtına giyeceği bir paltosu dahi yoktu. Mecliste dahi ceketi ve paltoyu yakın arkadaşıyla sırayla giyiyordu. Belli bir yaştan sonra bu durum onu hem meddi hem de manevi olarak ciddi düzeyde sarsmıştı.

Bu süreçte borçlanarak yaşamını sürdürmeye çalışıyordu. Çıkış yolu olarak, son iki yıldır, kış aylarında Mısır’a gitmiş, birkaç ay sonra tekrar dönmüştü. Mısır’da kendisi çok seven bir dostu olan; Abbas Halim Paşa vardı. İstanbul’da da Mısır’da da hafiyeler peşini bir türlü bırakmadı.  İstanbul’da kaldığı süre içinde evinden çok çıkmamaya çalışıyordu. Çünkü kiminle görüşse, onların da başı belaya girecekti.  Görüştükleri kişilerin başı belaya girsin ya da başlarına bir iş gelsin istemiyordu. Çok az sayıda kişiyle, o da zorunda kalırsa, görüşüyordu.  Karanlık adamlar her zaman onun bulunduğu evin yanında ve yöresinde oluyorlardı. Onları gördükçe, onlara acıyorken; kendisinin de içi kanıyordu. Çaresiz bir şekilde içine atıyordu olan biteni.

Bir Fransız atasözü “Felaketler geldiği zaman tek tek gelmeyi bilmez.” diye söyler. Onunki de öyle oluyordu sanki. Onlarca sıkıntıyla uğraştığı bir zamanda birinci meclisten yakın dostunun öldürüldüğü haberini alıyor. Yaşadığı sıkıntıların üstüne bu kayıp yaralarına tuz biber oluyordu. Trabzon milletvekili olan Ali Şükrü Bey, Muhafız Taburu Komutanı Topal Osman tarafından hunharca katledilmişti. Yaşadığı bu acı kayıp, kendisini takip eden hafiyeler ve ekonomik sıkıntılar, dünyayı büsbütün yaşanmaz kılmıştı. Doğup büyüdüğü ve çok sevdiği İstanbul, ona artık ıstırap vermeye başlamıştı.

Son kertede, ciddi ciddi terk-i diyar etmeyi düşünmeye başlamıştı.  1925’de bir Çanakkale Şehitleri Programı’nda aslının “Arnavut” kökenli olmasından mütevellit kendisine hakaret edildiğini duyan Milli Şair, bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamıştı.  Türk edebiyatının en büyük eserlerini veren birisi olarak kendisine yönelik yapılan hakaretlerin yenilir yutulur olmadığını düşünüyordu. Kendisini birçok defa ve birçok şiirde ki bunların başında İstiklal Marşı gelmekteydi, Müslüman bir Türk olarak görüyordu. Öz yurdunda bu şekilde hor görülmek, dayanılır gibi değildi.

Sonradan Ulus Gazetesi olarak ismini değiştiren Hâkimiyet-i Milliye’de kendisi kastedilerek, yazılan başyazıda “Hadi Sen Kumda Oyna”  başlıklı başyazı ise, deyim yerindeyse bardağı taşıran son damla olmuştu. Yazıda onu gerici olarak nitelendirip yenilik karşıtı gibi göstermeye çalışmışlardı. Gelişmenin kılık kıyafetle olmayacağını defalarca vurgulamasına rağmen kendisine yönelik bu ağır yazının kaleme alınmasında kötü bir niyet seziyordu.

Uzun zamandır kafasında olan Mısır’a gitme fikrini hayata geçirme vakti gelmişti artık. İki senedir Mısır’a gidip geliyordu, zaten. Bir gittiğinde (1923) yedi ay; diğer gittiğinde (1924) ise beş ay kalmıştı. Dostu olan Abbas Halim Paşa ile bu seferki yolculuğu zorunlu olarak uzun sürecekti. İstemeye istemeye vatan topraklarından ayrılmak zorundaydı. Kendisinin ve ailesinin selameti için bunu yapmak zorundaydı. Bu gidiş uzunca bir gidiş olacaktı. Belki bir daha hiç dönemeyeceği bir yolculuğa çıkmıştı. Çek sevdiği şehirden, İstanbul’dan, ayrılırken gözyaşlarına hâkim olamadı. Mendilini cebinden çıkarıp yaşarmış gözlerini silerken; içinin yangınıyla, bütün çaresizliğiyle, çok derin bir keder ve özlemle bin âh çekti.

2.Epizot

Mısır; kadim bir medeniyetin ve tarihin ülkesidir. Nil’in güzelliği ve bereketi ülkeyi baştan başa kuşatmıştır. Sıra dışı mimarisi ile gelenleri büyüleyen bir yapısı vardır. Her ne kadar Fransızların, sonrasında da İngilizlerin işgaline uğrasa da o zamanlarda hala Türklerin yönettiği bir ülke konumundaydı. Mısırda Türklerin yönetimi, Anadolu’dan iki asır öncesine tekabül etmektedir. Her ne kadar böyle olsa da gurbet gurbettir işte. Kendisi de bu gurbetlikten payına düşeni alacağını biliyordu.

Yüzlerce yıl Osmanlı’nın bir eyaleti olan güzeller güzeli Mısır, onun için sürgün yeridir. “Bülbülü altın kafese koymuşlar; ille de vatanım demiş“ derler ya; Türk edebiyatının bülbülü olan Akif için de durum çok farklı olmamıştır. Vatan ve çoluk çocuk hasretiyle geçen, tamı tamına on yıl. Türkiye ve özellikle İstanbul, şairin burnunda tütmüştür. İçinden taşan özlemini bazen şiirle; bazen de sohbet imkânı bulduğu Türklerle gidermeye çalışmıştı. Türk öğrencilerle ilgilenmeyi ve onlarla fırsat buldukça sohbet etmeyi çok seviyordu. İnsan gurbette olunca; memleketten bir ses, bir soluk ona iyi geliyordu.

Mısır’da Kahire’nin güneyinde olan ve nispeten uzak bir köye yerleşmişti. Penceresinden hilalin göründüğü bir evdi. Her ne kadar içinde yaşadığın bir ev olsa da vatan senin değilse evin ve sarayın kıymeti de olmuyor.  Vatansızlık bir insana verilebilecek en büyük cezadır. Özünden ve aslından koparılan kişinin yaşı kaç olursa olsun, ayrılık acısını tarif etmeye kelimeler ve cümleler kâfi gelemez. Gurbetin dikenli tellerinin damarlardan ağır ağır çekilerek gelen azabını çekmekte zorlanıyordu. Ama güçlü görünmek zorundaydı, çocukları ve eşi için.

Kahire’ye gittiği her defasında Şekerci Hacı Bekir’in şubesine uğramayı ihmal etmiyordu. Orada biraz Türkçe sohbet ettikten sonra, uzunca bir süre sessizce oturmaya devam ederdi. Orada sanki on sekiz milyon Türk ile buluşur gibi hissediyordu.  O dükkân onun için Türkiye demekti. Türkiye’nin tatlı ve güzel kokusu oradaydı sanki. Orada kendisini bir nebze de olsa mutlu hissediyordu.

Çocukluğundan bu yana geçim sıkıntısıyla mücadele etmişti. Küçük yaşlardan itibaren sürekli çalışmış ve ekmeğini helalinden çıkarmak için çabalamıştı. En son İstanbul’da yaşadığı ekonomik sıkıntılar, sanki onu takip etmiş Mısıra kadar gelmişti. Düzenli bir geliri olmadığı için mahallenin bakkalına, kasabına, eczanesine borçları vardı. Deyim yerindeyse uçan kuşa borcu vardı. Zor şartlarda, kıt kanaat geçim sağlamaya çalışıyordu. Tanıdıklardan borç almak da istemiyordu. Borç bir yere kadardı, nihayetinde. Derdini ve tasasını Abbas Halim Paşa’ya da açmaya hayâ ediyordu. İzzetli ve vakur kişiliği ile dik durmaya ve hayatını idame ettirmeye çalışıyordu.

Haftada iki gün Ezher Üniversitesi’nde derslere girmeye başlamıştı. Artık Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde verdiği Türkçe derslerine karşılık olarak birazcık gelir elde ediyordu. Sürgün niyetine gurbette olmak ve orada da yokluğun pençesine düşmek aile fertlerini olumsuz etkilemişti. Kendisi dirayetli ve güçlü bir kişiliğe sahipken; eşi ve çocukları aynı güce sahip değillerdi. Herkesin taşıyacağı yük farklı farklıdır, nitekim. Şairin eşi yaşadıkları karşısında asabiyet (sinir) hastalığına tutulmuştu. Dönemin sınırlı sağlık şartları içerisinde, bu hastalıkla mücadele etmeye çalışıyorlardı. Evindeki sıkıntı bütün aile bireylerini ciddi anlamda olumsuz etkilemişti. Evde kimsenin ağzının tadı kalmamıştı. Gurbet imtihanı gittikçe zorlaşmakta ve içinden çıkılmaz hal almaktaydı. 

Mısıra gelirken üç can paresi kızlarını Türkiye’de bırakmışlardı. İki oğlu ve eşi ile gurbet yoluna çıkmıştı. Kızlar, babaların prensesleri ve biricik aşklarıdır. Baba olduğunu insan kızlarıyla öğrenirmiş, derler. Vatan hasreti kadar, bir de evlat hasreti ekleniyordu yürek acısına. Geçmiş zaman iletişim kurmak için tek araç, mektuplardı. Zarfların içerisine bütün özlemler ve sevgiler itinayla katlanıp konuluyordu. Dost kokusu taşıyan mektuplar uzun bir yolculuğa çıkmak üzere posta teşkilatına teslim ediliyordu. Postacının yolu gözlenmeye başlanır ve çocuklardan gelecek cevap sabırsızlıkla beklenirdi. Mektuplar gecikse ya da bir müddet gelmese meraktan çatlayacak gibi oluyorlardı.

Nitekim bir seferinde, uzunca bir süre çocuklarından haber alamayınca, baba yüreği dayanamaz ve yakın dostu Eşref Edip’e tek cümlelik bir mektup yollar. Mektubunda “Ömer Rıza Bey oğlumuza, Mısır’da kendisinin bir kayınbabası olduğunu ve henüz rahmet-i Hakk’a intikal etmediğini anlatabilirsen çok büyük iş görürsün.” diyerek çektiği acıyı ve sitemi dile getirmişti.

Vatanın dışında işler, istenilen ölçüde yürümüyor çoğu zaman. Çocukları için hayal ettiği bir yaşam sunamadığından dolayı çok üzülüyordu. Onların eğitimlerini bir türlü, istediği gibi yapamamıştı. İki oğlu Emin ve Tahir dilini bilmedikleri bir ülkede başıboş kalmış gibiydiler. Belki de ülkede kalsalardı, çocukların tahsili devam edecek ve onlara bir yol çizebilecekti. Ama her türlü yokluğun ve fukaralığın yaşandığı gurbet elinde, bu işler oldukça zordu. Milli Şair çocuklarına yönelik yerine getiremediği görevleri için çok mahcuptu. Bu durum onun içini kemirip duruyordu.

Osmanlı’dan sonra, İslam dünyasının hali perişan haldeydi. Siyasal, sosyal ve ekonomik olarak bir çöküş yaşayan İslam dünyasının hal-i pürmelali İstiklal Şairini derinden etkilemişti. Sömürgeci emperyalist ülkelerin elinde oyuncak olan İslam ülkelerinin acıklı halini, mısralarda dile getirerek deyim yerindeyse feryat ediyordu. Bu anlamda şiirlerini her seferinde, yüreği kanayarak kaleme almaya çalışmıştı.

Yıllar su gibi akmıştı. Öyle ya da böyle, binbir müşkülatla zaman geçip gitmişti. Bir gün Mısır’daki tek dayanağı ve yakın dostu olan Abbas Halim Paşa’nın ölüm haberiyle sarsılmıştı. Onunla birlikte İstanbul’dan çıkıp buralara gelmişti. Paşayla ne çok hatırası vardı. Hatıralar bir bir gözünde canlanmıştı. Gözyaşları içinde yakın dostuna çokça hayır dualar etmişti. En zor zamanlarda onun desteğini yanında bulmuştu, hemencecik. Yol arkadaşı ve can yoldaşıydı. Ama insan insana yaranamaz işte. Er ya da geç ayrılık sevenleri bulacaktı. Onun için Abbas Halim Paşa, geride doldurulması güç bir boşluk bırakarak gitmişti. Bir nevi Mısır onunla anlamlıydı.

Acılar birikiyordu. Çekilen ıstırap katlanıyordu. Yüreği olan birisi nasıl dayansın bu kadar eziyete. Uzun yılların sorunda, mânen çekilen ağır keder yükü, en nihayetinde bedenini de etkisi altına almıştı. Aşırı yorgunluk ve stres sonucunda karaciğeri işlevini yerine getiremez hale gelmişti. Hastalığıyla beraber ayakları ve karnı ödem toplayarak şişmeye başlamıştı. İştahsızlık sonucunda aşırı zayıflamıştı. Artık kendisini aşırı yorgun ve halsiz hissediyordu. Siroz olmuştu. Tedavisi zor ve zaman alan bir hastalıktı.

Eğitim verdiği son kişiler, Mısır Kraliyet Ailesi’nden çocuklardı. Hastalığı ilerleyince dersi bırakmak zorunda kalmıştı. O günlerin hatırasına bir fotoğraf çekmişlerdi. Sarayın bahçesinde çekilen fotoğraf kendisine ulaşınca “Gölgemi canlı cenaze gibi serilmiş görünce çok müteessir oldum” demiştir. Kızına gönderdiği fotoğrafın arkasına “Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim / Ne saadet, hani ondan bile mahrumum ben. / Daha yıllarca eminim ki, hayatın yükünü / Dizlerim titreyerek çekmeye mahkûmum ben. / Çöz de artık yükümün kör düğüm olmuş bağını; / Bana çok görme ilâhî bir avuç toprağını!” diye yazmıştı. Babasının bu haline çok üzülen kızı ise; “Ah babacığım ne hale gelmişsin!” diyerek cevap yazmıştır.

Hastalığı ağırlaşınca hem daha iyi şartlarda tedavi olmak için hem de son zamanlarını vatanında geçirmek için İstanbul’a doğru yola koyulmuşlardı. On yıl sonra Mısır’dan ayrılırken söyle demişti: “11 saat daha duracak olsam, çıldırırdım.” Uzun bir yolculuktan sonra İstanbul’a ayak basar basmaz, tekrardan polislerin kendisini takibe başladıklarını görmüştü. Ömrünün son demlerini Abbas Halim Paşa’nın çocuklarının kendisine tahsis ettiği evde geçirmek için eve yerleşti. Ara sıra karın bölgesinde biriken sıvıların alınması için hastaneye gidiyordu. Birkaç ay sonra ağrıları dayanılmaz olmaya başlayınca artık hastanede kalmaya başladı. Hastane penceresinden kendisini takip eden polisleri görünce acı ve hüzünle, kalbinin bütün kırıklığıyla derin bir âh çekti.

Havalar iyiden iyiye soğumuştu.  Geceler iyice uzamıştı. Onun da ömrü soğuk ve uzun kış geceleri gibiydi sanki. Dünya, ona artık daha soğuk ve daha karanlıktı. Uzun gecelere bir de amansız hastalık eklenince zaman geçmek bilmiyordu. Her şeye rağmen doğduğu, büyüdüğü ve çok sevdiği ülkesinde ve dünyanın en güzel şehri İstanbul’da, son günlerini geçirmenin bahtiyarlığı ona yetiyor ve artıyordu bile.

Dünya sürgününü 27 Aralık 1936 tarihi itibariyle bitmişti. Beyoğlu’nda bulunan Mısır Apartmanı’nda hayata gözlerini kapamıştı. Yaşamını doğup büyüdüğü ülkesi gibi; zorluklar, yokluklar, yalnızlık ve acılarla geçirmişti. Yeter ki istiklalimiz ilelebet olsun; bayrağımız dalgalansın; binlerce yıl, marşımız okunsun diyerek son nefesini vermişti. İnşallah destanını yazdığı Çanakkale Şehitleri gibi Peygambere komşu olur.